top of page
Yazarın fotoğrafıNeşe Polat İrgi

Çocukla beraber yeni bir kimlik doğar. Yeniden Doğuş!!



Kızımın doğduğu ve benim yeniden doğduğum gün geldi çattı. İşte uzun zamandır beklediğim an ve hastaneye koşarak gidiyorum. Zorlu geçen bir sürecin sonunda kucağıma aldım meleğimi sağlıkla.

Onu görüyorum ve rahatlamış bir “Hoş geldin meleğim, seni çok bekledik” diyorum. Gülüyor mu o? Bakın bakın güldü sanki? Dünyam oldu o minik eller, kokusu cennet kokusu, ah hele o minik gözleri yok mu? Nasıl da derin nasıl da anlamlı…

Tadını çıkarıyorum anneliğin derken…

“Sütün geldi mi?” ile başlayan yeni bir boyut açılıyor karşımda… “Ha evet süt! Bakayım, bilmem? Nasıl? Ne oluyor? Herkes tepemde bir koşturmaca var ama “tamam bakıyorum”. Cümbür cemaat toplanmış bakıyoruz gelmiş mi diye?

“Gelmiş gelmiş de az, az bu süt az”

“Ohooo bizim zamanımızda, ben bir sıkardım taaa karşı duvara fışkırırdı”

Hmm karşı duvar… Evet süt yarışları yapılıyordu o zaman demek. Garip…

Bir anda sesler yükselmeye başlıyor etrafta;

· "Emiyor mu?",

· "Doydu mu?",

· "Geldi mi geldi mi? Süt diyorum sütün geldi mi?",

· "Ah aç bu çocuk aç!",

· "Mama mı alsak?",

· "Zayıf bu çocuk",

· "Çok küçük bu çocuk",

· "Yeterli beslenemiyor galiba"

İçgüdüymüş… Kendi sesimi duyamıyorum ki iç sesimle baş başa kalayım…

Ne oluyor yahu? Bir sakin olun çocuk gayet sağlıklı doğdu daha ne yapayım, daha yeni aldım kucağıma diyemiyorum. Şaşkınlıkla anlam vermeye çalışıyorum duruma. Herkesin gözü bebekte sanki zarar veriyorum çocuğa, her kafadan bir ses çıkıyor. Şöyle bir çığlık atasım geliyor ama yapamıyorum “Ya haklılarsa”.

Ertesi gün öğreniyorum ki ben daha odaya gelmemişken, kızım anne sütü almamışken, daha kucağıma alamamışken 5 şırınga mama vermişler hastanede yeni doğan bebeğe. Tabii içimde fırtınalar kopuyor.

“3 damla sütle doyacak bir mide kocaman oldu”

“Sütüm tabii ki yetmeyecek”

İnancı aşılandı artık bana ve hemen elime telefonu alıyorum internetten "sütüm nasıl artar" aramaları yapmaya başlıyorum. Su iç, tatlı ye, meyve ye, onu yeme bunu ye. Karşıyım mamaya anne sütü alsın istiyorum. Çabalıyorum, mamaya şiddetle karşı çıkıyorum ama sesler susmuyor…

İşte bu noktada gerçekten sakin olup şunları yapmayı çok isterdim ama o hormonlar yok mu? Ah o hormonlar. İnsan sağlıklı düşünemiyor. Biri çıkıp madde madde şunları söyleseydi çok isterdim;

1- Bebeğinizi emzirmeye başladığınız andan itibaren odada yalnız olun! Bu sizin bebeğinizle aranızda olan en özel anınız. Tadını çıkarın..

2- Mama teklif edenlere sütünüz henüz gelmediyse bile 72 saat içinde geleceğini, bilimsel açıklamalara göre bir bebeğin 2 damlayla doyduğunu ve 72 saat hiçbir şey yemese bile sağlıklı olacağını, eğer bebeğin kilosunda bir gerileme olursa ve bebeğinizin doktoru artık olmuyor mamaya başlayabilirsin demediği sürece de mama vermeyeceğinizi söyleyin.

3- İnternetten sütü arttırmak için ile başlayan hiçbir şey araştırmayın. Bu beyninize "sütüm az ve yetmiyor" komutu verir ve salgıladığınız stres hormonu sütünüzü azaltır. Bunun yerine kendinize GÜVENİN, rahat olun ve sütünüzün yetersiz olduğu ile ilgili düşünceleri kış kışlayın.

4- Kendinize sürekli olumlu telkinler verin. Ben yeterliyim, güçlüyüm, bebeğime benim kadar iyi kimse bakamaz, ben iyi bir anneyim, bebeğime çok iyi bakıyorum gibi.

Deseydi ne güzel olurmuş. Hayaller güzeldi şimdi gerçeğe dönelim. Peki sonra ne oluyor,

“Baksana nasıl da ağzı açık meme arıyor bu çocuk aç!!!”

Anlatıyorum onlara tane tane;

“Bu bir reflekstir... Şimdi efendim Piaget der ki 0-1 ay bilişsel gelişim sürecinin ilk evresidir ve bilişsel gelişimin temeli olan reflekslerle dünyaya gelir. Bu dönemde görülen emme refleksi sadece aç olduğu için değildir! Dünyaya uyum sağlama süreci içerisinde kullandığı bir reflekstir ve bu sayede dünyayı keşfetmeye başlar. Nesnelerle bu şekilde ilişki kurar. Aç olmadığı halde parmağını ya da yorgan uçlarını emebilir. Ağzında bir şey olmasa da emme davranışı görülebilir. Emme refleksi dünyayı anlamlandırma yolunda kullandığı ilk araçtır. Yani çok doğal ve normal bir süreçtir. Yeni doğan bir bebek çevresiyle refleksleri yoluyla ilişki kurar…”

Yok olmuyor yine devam, aynen devam. En sonunda sesler benden baskın çıkıyor. Hemen bir biberon ve bir mama, anında kalbime saplanan bir ok. “Yetersizsin” kelimesi orada geliyor ilk annenin zihnine.

İlk gece bir uyanıyorum yanımda bebeğim yok, açık ışıkları takip ediyorum ve salona giriyorum. Ne göreyim? Kızımın ağzında biberon ve lıkır lıkır mama içiyor. Tabii çok mutlu herkes “Oh çocuk doydu” kafasında mutluluktan uçtuklarını görüyorum. O an gözlerimdeki yaşı durdurmaya çalışıyorum. Kimse anlamıyor neden üzgün olduğumu. O kadar anlatmama rağmen, anlam veremiyorlar. O kadar anlatmama rağmen ben de nasıl anlamadıklarını anlamıyorum ve anlamsız gözlerle bakışıyoruz…

“Sütün mü az” diyorlar.

Diyorum ki; "Araştırmalara göre 10 ml yağlı ve besleyici bir sütün 200 ml sulu ve aynı besleyicilikte olan sütten hiçbir farkı yoktur. Sütün fazlalığı önemli değil, içeriği önemli! Ve her annede çocuğun ihtiyacına göre bu içerik değişir. Anne sütü zaten kendi kendine mucizevi bir sıvıdır ve yeterince doyurucudur. Beni bir bıraksanız bana…” bilimsel de konuşuyorum hani daha etkili olsun diye.

“Aman ne araştırması bizim zamanımızda araştırma mı vardı? Sütümüzü bir sıkardık karşı duvar…"

Hımmm efendim? Karşı duvar bir bitmedi ne duvarmış… Kaç metreden? Bu bilgi neden gerekli şimdi? Hayır oturup süt yarıştıracak halim de yok çünkü de ondan sordum.

Duymayanınız kalmamıştır bu cümleleri… Nasıl oluyor da kelimelerinin nereye varacağını bilmeden konuşabiliyorlar? Uzun süre kafa yordum. Onları da anlamaya çalıştım, kendimi anlatmaya çalıştım. O araştırma senin, bu bilim benim konuşup duruyorum. Olmadı vallahi engellenebilir değil tecrübeli çevresel faktörler.

Sonra ne mi oldu? Onları olduğu gibi kabul etmekten başka çare bulamadım, tabii ki çok zor oldu.

"Devir değişti artık eskisi gibi değil bakın şimdi durum bu..." diyerek başlayan cümlelerim "Aman bizim zamanımızda..." cümleleriyle yarım kaldı. Baktım ki bu mücadele beni yoruyor. Hemen sınır koyma kararı aldım ve bebeğimi emzirirken “Odada tek başıma emzirmek istiyorum ve bu durumdan rahatsız oluyorum” diyerek orayı sakince terk edip kapımı kapattım. Yeri geldi "Emzireceğim müsaade eder misiniz?" diyerek rica minnet müsaade istedim. İşlemedi bilimsel açıklamalar ama kibar, net ve kesin ifadeler işe yaradı...

Bol bol düşünüyorum tabii anlam vermeye çalışıyorum neden bunları yaşıyorum? Neden bu şekilde davranıyorlar? Nasıl anlamazlar yaptıklarını diye... Sonra fark ettim ki onlar ne biliyorsa onu yapıyor yani ne gördüyse onu, ne duyduysa onu ve neye inanıyorsa onu yapıyorlar. Yani kötü niyetli değiller sadece bildikleri bu ve yeni fikirlere açık değiller. Kendi bildikleri onlara göre en doğrusu ve sadece yardım etmeye çalışıyorlar. Yani yine ben onları anlayıp kendimi rahatlatıyorum. Onlar beni anlıyor mu diye sorarsanız? Sormayın cevabı belli...

Yine ben mi uğraşacağım insanları anlamakla diyeceksiniz. Evet maalesef… Çünkü farkında olan sizsiniz, çünkü değişebilecek gücü olan ve yeteneği olan sizsiniz. Bu kitabı alıp okumaya başlayan sizsiniz. Fark etme yeteneği olan sizsiniz. Tabii hobi olarak yine onları değiştirmeye çalışın bir şey diyemem ama sonuç ne olur? Bir düşünün isterim. Bakış açımız değişince dünyamız değişiyor. Evet her şeyi kontrol etme ihtiyacımız var ancak çevreyi değiştirmek ve kontrol etme çabasına girince çok yoruluyoruz. Ben neyi? Nasıl değiştirebilirim? Sorusu çözüm ve değişim için ilk adım. Öyle bir şey ki biz değişince zaten çevrenin değiştiğini de görüyor oluyoruz.

Çok fazla fikir, çok fazla müdahale var lohusalık döneminde. Bu müdahaleyi engellemenin yollarından bir tanesi kendini karşı tarafa sakince, nazikçe ve net ifade etmekten geçiyor; en azından benim için öyle oldu. Ben bu şekilde başa çıktım. Soruna odaklanmayı ve karalar bağlamayı da seçebilirdim tabii ancak ben çözüm yolu bulmayı ve kendimi rahatlatmayı seçtim. Böylece bu süreci zorluklarına rağmen daha sağlıklı atlatabilecektim. Fiziksel olarak olmasa da en azından ruhsal olarak rahatlatacak çözümler üretmeye çabaladım. Tecrübeli dış seslerle mücadele etmekten daha etkili olduğunu düşünüyorum.

Yaptığım şey onları anlamak ve tanımak oldu. Tecrübeli sesleri tanırsam ve anlarsam nasıl başa çıkabileceğimi de bilirdim sonuçta. Onların tecrübesinin nerden geldiğini? Neler yaşamış olabileceklerini? Söylediklerini üzerime alınmak yerine onları daha iyi tanımak ve anlamak adına kullandım. Bu düşünceyle izledim, dinledim ve gözlemledim. Bulunduğumuz ortamı ve şartları değiştiremiyorsak bu koşullarda hayatta kalmayı ve daha az etkilenmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Sınırlarımızın en fazla ihlal edildiği lohusalık döneminde yeni sınırlarımızı belirlemek ve bu sınırları öğretmek gerekiyor. Onlara ve kendimize de alışmak için zaman tanımak… Yani sadece anneliğe ve bebeğe alışma dönemi değil bu dönem. Bu dönem milattan sonrasını oluşturma ve yeni kimliğimizle var olma dönemi.

"Siz merak etmeyin, annesi yanında ve ona herkesten çok daha iyi bakıyor..." kurduğum ve hiç aklımdan çıkmayan bir cümledir. Karşıdakilerin kaygı ve korkularını rahatlatma görevinin de bu lohusalık sürecine eklenmesi ne kadar doğru? Tartışılır.

Yükümüz ağır, sesler hep çocuğu konuşuyor, gözler hep onun üzerinde. Aslında tam tersi olsa… Annenin lohusalık döneminde çevre anneyle ilgilense, annenin dinlenmesine ve ihtiyaçlarını karşılamasına yardım etse. Anne de daha sağlıklı bir şekilde çocuğu ile ilgilense çok daha güzel olur. Herkesin çocuk üzerinde söyleyecek sözü çok da anneler ne halde?

Uykusuz, bitkin, sütünü arttırmak için yapmadığı kalmıyor, kendini unutmuş çocuğa odaklı, onu tanımaya ve mizacını anlamaya çalışıyor, bir de dış etkenlere yeni öğretiler kazandırma çabası var, kendini kanıtlama ihtiyacı, her şeye yetişme telaşı... Eee ama bu da bünye sonuçta bu kadar yüklenmemek lazım kendimize değil mi?

Bu yeni çağı ve yeni nesil çocukları eskilere kabul ettirmek ve tanıtmak kolay olmuyor. Eskiden hamilelikte kullanılmayan birçok vitamin ve ilaç kullanmak durumunda kalıyoruz. Yediklerimiz içtiklerimiz eskisi gibi değil haliyle. Yeni doğan bebekler gözleri açık doğuyor, "kafasını tut o kaldıramaz cümleleri" artık tarih oldu hepsi dimdik kafayla doğuyorlar ve hatta utanmasalar yürüyecekler.

"Yap bir çocuk aradan çıksın..." çok bu devrin cümlesi değil sanki. Kolaylaştı mı? Zorlaştı mı? Nereden baktığımıza göre değişir tabii ki ancak çocuk, yapınca aradan çıkacak bir şey değildir. Gelir tam hayatınızın orta yerine oturuverir. Size muhtaçtır ve karşılanması gereken ihtiyaçları vardır; sabır ister, sorumluluk ister, tutarlılık ister ve en önemlisi enerji ister. Eskiden kalabalık aileler, komşuluklar, misafirlikler... "Çocuk arada büyür gider" belli bir nesil için doğru olabilir tabii de bu nesil için pek de öyle değil. Ebeveyn olmak zor, çocuk olmak daha da zor...

Eskiden bu kadar yaygın olmayan uyaran eksikliği ile mücadele mi dersiniz, çocuk iki insan görsün diye parklarda çocuk bulsak da oynasa çabası mı dersiniz, evde sıkılıp düz duvara tırmanan, kafasını yerlere vuran, stresten kasılan çocuklar mı dersiniz, gelişimini nasıl desteklerim diye çaba mı dersiniz, acaba yanlış mı yapıyorum kaygılarıyla boğuşmalar mı dersiniz, tek başına çocuğa yetme çabası mı dersiniz, kalabalıklar içinde kendi düşüncelerini ortaya koyma çabası mı dersiniz, çalışan anne vicdan azabı, güvenilir bakıcı-kreş bulma çabası mı dersiniz, aman televizyon-tablet-telefondan uzak tutalım çabalarını saymıyorum bile…

Ne derseniz deyin devir değişti, devir teknolojik kaygı devri. Her şey elimizin altında bilgiye hızlı ulaşıyoruz, en ufak bir hastalıkta bile doktordan önce Google araması yapıp kaygılarımızı artırıyoruz... Onu okuyoruz kaygılanıyoruz, bunu yapıyoruz kaygılanıyoruz. Bir şey yapmaya korkar hale geliyoruz. Hem kendi kafamız karışıyor hem de çocukların. "Bir dakika dur çocuğum, bu davranışınla alakalı şu uzman şunu yapın demişti. Hemen bir bakayım geliyorum." kafalar karışık, kaygılar hat safhada. Aman kitaba uygun olmasın davranışımız, hemen bir suçluluk hissi de tuzu biberi... Ne mi oluyor? Doğal akışı kaçırıyoruz, dengemiz bozuluyor... Dünün pişmanlığı ve yarının kaygılarıyla bugünü tahammülsüz geçiriyoruz.

Tadını kaçırıyoruz… Şu anda yaşadığımız anı kaçırıyoruz, zaman akıp gidiyor ancak tamamen bizim farkındalığımız dışında akıp gidiyor. “İzin vermiyorlar ki” Demeyin lütfen! Kimseden izin almaya ihtiyacımız da yok. Biz onların bize bu kadar müdahale etmesine izin veriyoruz. Sınır koymayı ve hayır demeyi ayıp zannediyoruz. Çünkü öyle yetiştirildik. “Aman kızım sus ayıp olur, aman kırılırlar, aman üzülürler, aman kızarlar.” Neden kızıyorlar? Neden üzülsünler? Fikrimi söyledim diye, ihtiyacım olan şeyi söyledim diye kızıp üzüleceklerse buyursunlar ne istiyorlarsa yapsınlar.

Lütfen susma canım Anne! İhtiyacını fark et ve talep et çevrenden. “Bunu nasıl söylerler? Bunu nasıl yaparlar? Bunu söylemeye ne gerek var anlamıyor mu? Farkında değil mi ihtiyacımın? Görüyor işte… Ben olsam yapardım ama o inadıma yapmıyor… Bir kere söyledim işte kaç kere söyleyeceğim yap diye.” Herkes sen değil! Ve herkes senin kadar farkında değil. Zaman zaman biz bile farkında değiliz ihtiyacımızın ki karşıdan anlamasını ve söylemeden yapmasını bekliyoruz

Ancak susmamaya başlayınca ve sınırlarımı koydukça gördüm ki kimse kırılmıyor ve üzülmüyor. Hatta rahatlıyorlar biliyor musunuz? Çünkü onlar da ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar, yardım etmek istiyorlar ama kendi bildiklerince yardım etmeye çalışıyorlar. Kendi bildiklerinin bizi rahatsız edip etmeyeceğini nereden bilecekler ki biz söylemezsek? Onlara da büyük bir yük değil mi susmak? Boşlukları doldurmak zorundalar, şimdi neye ihtiyacı var? Nasıl yardım etsem? Bir de kendi inançları devreye girer ve zihin okuma başlar… Ben neredeyim o nerede? Ben ne düşünüyorum o ne yapıyor? Diyoruz ya hani, işte onlar da bilmiyor nerede olduğumuzu? Ne düşündüğümüzü veya ne yapmalarını beklediğimizi… Beklentimiz çok ancak susarak anlaşılmayı bekliyoruz. Tabii bilim ilerledi, teknoloji ilerledi ancak henüz beyin okuma cihazı icat edilmedi. Telepati yoluyla iletişim kurma yetisi henüz o kadar gelişmedi. İlerde ne olur bilemem tabii ki ancak şu zaman için konuşuyorum.

Kendinizi ifade edin, söyleyin ne beklediğinizi ve ne istediğinizi. Öyle yoruma açık, dolambaçlı yollardan da değil hani. “Ben ima ettim o anlasın” değil, o zaman ne anlamak istiyorsa onu anlar karşıdaki, bildiği kadarını anlar. Net, kısa ve öz cümlelerle. Neye ihtiyacınız var? onlardan ne bekliyorsunuz? Önce siz bulun bunların cevabını sonra onlara anlatmak daha kolay olacaktır. Açık iletişim kurmak bu noktada çok önemli.

Bir gün yine kucağımda bebek düşünüp duruyorum bunları. Sıkışmış, çaresiz ve bitkin hissediyorum, yok olmuyor her şeye yetemiyorum ve yetişemiyorum. Uykum var! çay, kahve, yemek o da nesi? Tuvalete rahatça gidebilsem ne mutlu. Bir de kulağımda çınlayan sesler, okuduğum gördüğüm bilgiler; “Onu yeme bunu ye, şunu yapma bunu yap, öyle olmaz böyle olur…” Tamam sakin oluyorum ve derin bir nefes alıyorum. Bebeğime bakıyorum o güzel yüzüne, içime çekiyorum mis gibi kokusunu, yumuşacık ellerini tutuyorum, agucuk gugucuk seslerini dinliyorum ve bir öpücük konduruyorum. Ne yapacağım da bu sesler susacak? Yok yok susmayacak gerçekçi olayım şimdi, onları değiştirmeye kalkarsam biterim. Hemen gözlerimi kapatıyorum ve bir süzgeç koyuyorum iki kulağımın arasına. Hayalimde yapıyorum bunu yanlış anlamayın. Diyorum kendi kendime şimdi gelen her bilgi direk süzgecimden geçmeden beynime ve oradan kalbime işliyor, “Acaba yanlış mı yapıyorum? Onlar mı doğru? Ne yapacağım şimdi?” İç sesimi, annelik iç güdümü susturuyorum ve sadece dışarıdan gelen seslere odaklanıyorum. Buna ben izin veriyorum diye düşünüyorum.

Hemen süzgeci yerleştiriyorum ve sanki gelen bilgilerden işime yarayacak olanları süzgeçten geçirdiğimi ve beni rahatsız edenleri ise elediğimi hayal ediyorum. Bu durumu beni rahatsız edecek her durumda kullandım sonrasında. Bir de eğleniyorum tabii kendi kendime “haydi süzgeç gel bakalım işimiz var” diye. Sonrasında tadını çıkarıyorum kızımın, anneliğe alışmaya çalışıyorum. Ev işi mi? Aman yapılır, kızımın her anını aklıma kazımak istiyorum. Bulunduğum an’a odaklanıp yaşamak ne kadar da keyifli bir şeymiş. İlk aylarımı heba etmişim diye düşünüyorum. Gerçi heba olan bir şey de yok. Güzel ders oldu bana. İlk aylar bu zorlu süreci yaşamasaydım eğer nasıl değişecektim? Nasıl gelişecektim? Nasıl başa çıkmayı öğrenecektim? Sonrasında inanın hatırlamıyorum beni rahatsız eden şeyleri, çünkü artık beni rahatsız etmemeye başladı. İhtiyacım olan ve yararlı bilgileri aldım gerisi hop süzgeçten dışarı. Akıl süzgeci gerçekten hayatımın her alanında işime yaradı. Çok okuyoruz ve çok araştırıyoruz eğer akıl süzgecimizden geçirmeyip direkt alsak bütün bilgileri bir “baş ağrısı” yazıp internete kanser oldum ben diye dolaşırız emin olun. Bilgi kirliliği sadece internette değil, hayatımızın her alanında var ne yazık ki! Bu nedenle hemen kendimize hayalimizde bir akıl süzgeci oluşturup işiminiz başına, hayatımızı yaşamaya dönüyoruz.

Hadi hayal edelim,

Şimdi oturduğunuz yerde kapatın gözlerinizi ya da uzanın nasıl rahat edecekseniz.

Derin bir nefes alın ve rahatlayın.

Şimdi elinizi de başınızın üzerine koyun ve süzgeci hayal edin.

Ne renk?

Ağırlığı var mı?

Kokusu?

Sert mi yumuşak mı?

Nasıl bir süzgeç bu?

İyice hayal edin ve kulaklarınızın tam ortasına yerleştirin. Duyduklarınız bu süzgeçten geçmeden gitmesin beyninize ve kalbinize. Gerekli bilgileri alın ve içselleştirin ne güzel, ancak sizi rahatsız edecek olanları da hop süzgeçten geçirmeden atın dışarı gitsin…

“Gel bakalım süzgeç yine toplandı tecrübeliler gel çok işimiz var” her kafadan bir ses çıkıyor, çıksın ne kadar güzel herkes bizim iyiliğimiz için konuşuyor ve nasıl etkileneceğimiz konusunda da en ufak bir fikirleri yok. Süzgeç de bu noktada imdadımıza yetişiyor ve onlar sağ biz selamet atlatıyoruz süreci. Herkesin kendi tecrübesi ve kendi doğruları var. Bilimde dahi tek bir doğru yoktur. Bu duyduğumuz ya da okuduğumuz bilgilerin yanlış olduğunu göstermez. Bize uygun olanları alıp uygun olmayanları dışarı attığımız bir süzgecimiz olursa kendi doğrumuzu oluşturabiliriz. Bu zamanla oturacaktır hiç merak etmeyin. Başlarda karmaşaya düşmemiz, ne yapacağımızı bilememiz ve çevreden çok etkilenmemiz çok normal. Zamanla kendi doğrularımız ve annelik kimliğimiz oturunca bunların hepsini unutuyor olacaksınız.

Düşüncelerimizin gücünü keşfettiğimiz anda başlıyor hayat aslında. Evet ilk aylarda fiziksel olarak çocuğumun yanındaydım, insanların içindeydim ancak aklım hep söylenenlerde, yapılacaklarda, yapamadıklarımda ya da yapabildiklerimdeydi; kafamda birçok soru işareti, bulunması gereken, bulduğum ya da bulamadığım cevaplar… Tam bir mücadele hali, zaten beden yorgun bir de zihinsel yorgunluk eklenince içsel bir kaos. Evin içinde dört duvar arasında sıkışmış, söylenenlerden etkilenen bir kobay faresi gibi denemediği şey kalmamış, daha iyi nasıl olurum çabasıyla her şeyi deneyen ama asla o anı yaşamayan bir anne. Çok normal tabii ki, daha ilk deneyimim ve teorikteki gibi olmuyor hayat. Okuyoruz, evet biliyoruz ama iş pratiğe dökmeye gelince o yazıldığı gibi kolay olmuyor hiçbir şey. Bu nedenle sizi o kadar iyi anlıyorum ki bilemezsiniz. En iyisini yapma ve mükemmel olma çabası…

Mükemmel olmak ne demek ki zaten? Nasıl olunur ben bilmiyorum. Ben mükemmel değilim ve bunu da gururla söylüyorum. Mükemmel anne, mükemmel eş, mükemmel evlat, mükemmel arkadaş, mükemmel kardeş olmak zorunda mıyız gerçekten? Neden mükemmel olmak zorundayız? Hata yapma lüksümüz niye elimizden alınsın ki? Duyguları özgürce yaşama lüksümüz niye yok olsun? Hata yapıp ders alma lüksümüz de olsun, duygularımızı da yaşayalım doyasıya. Hayatı yaşayalım kısacası. Mükemmel hayat ne kadar sıkıcı olurdu düşünsenize?

Annelerden en çok duyduğum cümle "Ben yanlış mı yapıyorum? Ne kadar kötü bir anneyim, kimseye ve hiç bir şeye yetemiyorum...". Bir sır vereyim mi? Bu yetersizlik hissi hiç bitmeyecek. Neden mi? Çünkü en en en en en iyisini yapma çabamız hiç bitmeyecek. Çabamız bitmesin zaten elimizden geleni yapalım. Yapalım da kendimizi de bir rahat bırakalım. Hatalarımızla sevelim kendimizi, fark edelim ve düzeltelim ne güzel! Ancak ders almanın lüksünü de yaşayalım canım anneler.

Dört dörtlük olmak zorunda değiliz, on parmağımızda on marifet olmak zorunda değil, sütümüzü sıkınca arşa… Pardon! Karşı duvara ulaşmak zorunda değil. Yorgun da olabiliriz, uykusuz da olabiliriz, yoğun duygular da yaşayabiliriz, tahammülümüz de azalabilir, sabırsız da olabiliriz. Bunlar da insan olduğumuzun kanıtı değil mi?

Bende "Keşke robot olsam" kendi ihtiyaçlarım olmasa da hep onunla ilgilenebilsem der dururdum (En çok zorlayan da uyku ihtiyacı oluyor ilk zamanlarda) ama bir dakika ben de insanım yahu! Biz de insanız. Mükemmel olmak zorunda değiliz. Ben mükemmel olmayı değil yeterince iyi olmayı seçiyorum. Peki siz?

15 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page